Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

hüzünsüz maddeler

Resim
Vay neymiş tamam iyiymiş hoşmuş da hep hüzünlü, azıcık da depresif şeyler yazıyormuşum. Tabi hüzünlü şeyler de oluyormuş bu hayatta ama hiç mi kıpır kıpır anlatacak bir şeyler yokmuş. Anlatacak kıpır kıpır bir şey bulabilir miyim diye düşünürken enerjisiyle kıpır kıpır yapan şarkıyı buldum:)) aç bunu dinleyelim Münücüm;) Hüzünsüz maddeler sıralayayım ben de sana şarkıya paralel;)) * Hoşgörü insanı olgunlaştırır sanırdım ben, kalbi ferahlatıp sevgiyi de büyütürmüş. * Gurur meselesi yapmak hayatı zorlayıp yolları tıkamak dışında bir işe yaramazmış. * En büyük iç ferahlığı netlikle gelirmiş. * Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekmez düşüncesini kabullenmişken elmanın da bal gibi sevdiğine şahit olmak başlı başına keyiflenme sebebiymiş.  Şarkının olur olmaz gülesim geliyor kısmında kendimi bulmuş olabilirim Münücüm, zira tüm günüm öyleydi bugün. Bak mesela bu şarkı eşliğinde yazdıklarımı okurken kahve gitmez, dondurma yiyelim feri kuzusunu da

sevdaya dahil

Attila İlhan'ın enfes şiiri "ayrılık da sevdaya dahil"i Zuhal Olcay'ın yakamoz ışıltıları arasındaki durgun denize benzeyen sesinden dinlerken "sevdaya dahil"ler listesi yapacağım Münücüm rica ediyorum yaz:p * Sohbet etmeyi, sarılmayı, koklamayı, beraber gülmeyi özlemek sevdadandır zaten fakat yüzünü görmeyi, sesini duymayı özlemek de sevdaya dahil * Ağlama nöbetlerinin sonrasında anlayış göstermeye, yeni duruma alışmaya çalışmak da sevdaya dahil * Buz gibi bir sohbetin ortasında muzip bir ima ile göz göze gelip gülümsemek de sevdaya dahil * Kıskançlık belirten bir tepki sahiplenmelere yol açar korkusuyla tepkilerden kaçarken değişen yüz ifadesi, geçmeyen kızgın hal de sevdaya dahil * Rest çekip dönüp gidecekken aynı hadise benim başıma gelse ne yapsın isterdim diye empati üstadı kesilip tam da görmeyi umacağın anlayışı göstermek de sevdaya dahil * Canım peki bu lime lime olmuş kalbi napacaz sorusunu askıya almak da sevdaya dahil * Koskoca Saba

EHİL Mİ ZİYALAR?

               Hepimizin yaşanmışlıklarında güzel ve acı anılar var Münü. Anlatsa efsane yazsa roman olur. Böyle diyordu bir Yeşilçam'da ki jön. Gerçekten de, gerçek olma payı çok yüksek bu sözün. Anadolu'nun genlerine işlemiş olan bu yaşanmışlıkları anlatma arzusu, eğitimle taçlandırılabilseydi vatanın her metrekaresinden sanatçı fışkırırdı.          Herhangi bir göz kusuru olmayan her insan üç boyutlu görme yetisine sahiptir. Kabul edelim üç boyutta yaşadığımız şeyleri beş boyutta yaşamışcasına anlatıyor ve mübalağa sanatını tam yerinde kullanıyoruz. Kabul ediyorsunuz değil mi? Uzaklara gitmeye gerek yok her on arkadaşımızdan birisi Ziya olarak adlandırdığımız hayali uçuşlara sahiptir. Arkadaşlarınızı bir düşünün; hayali uçuşlara sahip çevrenizde ki o ismi hemen buldunuz değil mi? Aman Münevver okuyanlara söyle sakın gülmesinler. Hayatlarında Ziya olanlar, onlara sahip çıkmalı. Çünkü Ziyalar çok azaldı.          Hayal kuramamak günümüz hastalığıymış. Hastalığımı yeni öğren

özlem sorunsalı

Taaa yıllar öncesinden bir sahne anlatıp gitmeye geldim Münücüğüm. (gitmeye gelmek üzerine uzun uzun konuşalım ama bir ara, hem hüzünlü hem de pek çok durum için çok yerinde bir ifadeymiş:)) Kantinde bir arkadaşın masasına oturdum, yüzünde karmaşık bir ifade; ağlamış ama yıkılmış dağılmış bir hali yok. Hiç sormasam mı? Masaya oturarak hikayeye bir yerinden dahil olmuş bulundum. İyi misin? dedim. Az evvel ağladığı her halinden belli insana iyi misin diye sormak da lafa nasıl gireceğimi bilemedim müsadenle şurdan saçmalayarak geliyorum demek gibi bir şey. Valla bilmiyorum dedi. Noldu dedim.  Karton bardakta dünyanın tadı en kötü kahvesini içiyorum o arada, fakat o yıllar ağzımızın tadı o kadar yerinde ki kahvenin rezalet oluşu bir gülümsemeyle geçiştirilebilecek bir mevzuu gözümüzde.  O yıllar malum gönül hadiselerinin gündemimizde yer tutma yüzdesinin hatrı sayılır bir oranda olduğu yıllar. Noldu? nun cevabı da tahmin edebileceğiniz üzere o kanaldan geldi. Efendim masasına oturup
  SEGEVMEGEK İnsanoğlu ne zaman yabancılaştı birbirine? İki farklı dilden, iki farklı renkten, iki çocuk, iki saat boyunca kesintisiz anlaşıp oyun oynarken , iki rakamının mucizevi bir bağlaç görevi yoksa hayatta,   kaç yaş gerekliydi bizi ayrıştırmak için, kaç yıl gerekiyordu anlaşılmamak için.                 Güzel olan çocukluk muydu yoksa geçmemiş yıllar mı bilemedim. Yıl almasaydık heybemize hala güzel miydik? bu soruyu kendime sormaya cesaret bile edemedim.                   Benim için kahraman olan bu iki çocuktan kızım olana nasıl anlaştınız arkadaşınla diye sorduğumda bana öyle şaşkın bir bakış attı ki utandım çünkü onların yaptığı normaldi ve anormal olan benim sorumdu. Sevgi evrenseldi. Bilmem anne anlaştık işte dedi. Cevap bu kadar basit ve anlamlıydı. Haklısın dedim ve sustum.                   Ruhlarımız hazır olduğunda mı anlıyoruz gerçekleri yoksa gerçeklere ruhlarımız hazır olduğunda mı gereksiz anlam yüklüyoruz. Büyüdükçe biz ne yapıyoruz? Sevgi dilim

kalbim,ki kendisine kefilim,

Geçen ay bi kızla tanıştım Münücüm, tanışma dediysem aklına gülücükler saçarak toplanmış bir arkadaş ortamında bir araya gelmiş iki insan gelmesin. Ben gece yürüyüşü yapıyordum artık fit mi olurum depresyona mı girmem hangisine faydası olursa ordan yararlanmış olayım diye, o da yürüyüş parkurunun yanındaki bankta oturuyordu. Ayaklarını bankın ucuna koyup dizlerini karnına çekip oturmuş, kulağında kulaklık, kollarını da bağlamış dış dünyaya öyle böyle değil komple kapattım kendimi mesajını iliklerimize kadar hissedelim diye. Bir şarkıya fazlaca kaptırınca hafif sallanarak bedenen eşlik eder ya insan öyle dinliyor kulaklığından tüm hücrelerine hüzün yaydığı alenen fark edilen şarkıyı. Kızın yanından her geçişimde söz veriyorum kendi kendime, düşünmeyecem, akıl yürütmeyecem, canını şöyle bir mevzuu sıkmış olabilir temalı ihtimaller denizine düşmeyecem, ilgilenmeyecem diye.  O da hava alıp rahatlamak için çıkmış işte işine bak diyorum kendime. Kulaklıkta rakkas dinliyorum tempolu yürüy
 Doğa neydi ?  Rüzgârlı havada hamaktayken seni sallayan,  şekerin düştünde sana meyve veren,  karnın acıktığında, toprağını çatlatarak verdikleriyle sana ziyafet sunan,  depresyona girerken sana oksijen verip kanını temizleyen,  gözün karardığında her mevsim ayrı renklerle sana şölen sunan,  fazla yükle yüklendiğinde elektriğini alan,  ısıtan,  soğutan,  suyunu vererek sana yaşamı kılan,  taşıyla sertliği,  deniziyle rahatlığı,  içinde barındırdığı hayvanlarıyla yalnız olmadığını hatırlatandır.  Kısacası:  sana deva olacak her şeyi önüne seren doğaya arkanı dönüp kendine beyhude dert edinme!  Doğaya bırak kendini  özünü hatırla!  Seni şaşırttığı anlar olacak elbet ama sen şaşmayacaksın doğanın yolundan.  Şimdi ruhun doyacak kadar derin bir nefes çek içine  ve  konfor alanını yavaşça terk et!  Kalk; bir limon, bir kaşık bal ve bir bardak su al eline  doğanın sana ısmarladığı limonatayı yap  yanına da beni kat! - Seviyorum seni Münü, biliyorsunki doğa ısmarladığ

didem madak

Bu gece Didem Madak gecesi Münü'cüğüm... Oturduk o masanın etrafında, uzun gülme krizlerinin ardından kederli bir sessizlik doldu odaya. Metni süslesin diye değil bildiğin keder ağırlığı çökmüş bir sessizlik. Sustukça eziliyoruz konuş desen kimsenin dermanı kalmamış. Hadi dedim madem tarihte bugün Didem Madak buraları bırakıp gitmiş onun şiirlerinden fal tutalım. Falda beni bilirsin; sevmediğim bir şey çıkmışsa sevdiğim çıkana kadar, zaten sevdiğim bir şey çıkmışsa sevdiğim bir başka şey çıkana kadar fal tutarım. Şarkıda neysem şiirde de tavrım aynı fal konusunda:) İlki; Temmuzlar kedi yavruları gibi sokulurken ağustoslara ve ağustoslar eylüle         Bir yol alış duygusudur ki, biliriz insanlar zamanlardan önce boğulur Tüm hayat serüvenini, yol alışını boğulmamak için direndikçe zorlanışını uzaklara dalıp düşündürüyor tabi. Zaten Didem Madak'ın hüzünlü ve güçlü hali ablukaya alıyor insanı. Mesela "Siz aşktan ne anlarsınız bayım" diye kafa tutuyor adama, fakat

benimki

Herkes kendi cehennemini içinde taşıyorsa Münücüğüm benimki basık havasız ve hiç kapısı penceresi bulunmayan, tavan yüksekliğine genişliğine darlığına dair en ufak bir fikrimin olmadığı , gözlerimi sımsıkı kapatmamla sonuna kadar açmam arasında hiçbir fark olmayacak kadar zifiri karanlık bir odadır. Ki zaman zaman düşerim o odaya, yine düştüm. Hayatta kalma telaşındaki bir hayvan gibi panikle duvarlara çarpa çarpa çıkış yolu aramadım, el yordamıyla neresi duvar neresi tavan kapı pencere var mı bakmadım, sesimi duyan var mı tutup çıkaracak bir el var mı diye bağırmadım. Durdum, sustum, karanlığa baktım. Hiç zifiri karanlığa baktın mı bilmem baktıkça içine çeker seni. Baktım kaldım öyle. Karanlık biraz daha içine çekerse kendi cehennemimin dibine vurup dururum diye bekledim. Kendi cehenneminin dibine vurmadığına hayıflanır mı insan o karanlıkta sürüklenirken hayıflanıyorum bir yandan da. Halbuki ölüm gibi bişey işte. Dibe vurursam ölürüm kabus biter diye düşünülüyor tabi ama karanl
İyeliksiz Kendi, Kimdi?       Yürüdüm.. Çok yürüdüğüme inandım. Durursam kaybolacağımı düşündüm. Yaradan hangi güzelliğini/özelliğini verdi bana diye sorguladım. Bitmeyen düşlere kapıldım. Akıntı olsaydı boğulurdum. Boğulsaydım da anlar, anlatırdım herhalde.       Konuştum… Çok konuştuğuma inandılar. Halbuki daha ne konuşmuştum ki? Kendime anlattıklarımı duysalardı bu inanışlarından vazgeçerlerdi. Delirmediğime emindim. İnsanın kendini kaybetmesi çok klişeydi. Ben yenilenmeliydim her saniye, her dakika, her saat, her ay... Yıllanmalıydım şarap misali. Gerçi şarabın tadını da bilmem. Bunca şairin yanılmadığını bilirim o kadar.       Koştum... Çok koştuğuma inandıracağım. Madem bunca yıl koşmanın hayatı yavaşlattığını anlatamadım, ben de bunu denerim. Başaracağımı biliyorum. Zaten bizler hep kolay şeyleri kabul ederiz ki. Galiba koştuğuma kendimi de inandırmam gerekecek yada ayrık otu olacağım. Belki de yaşamdan eleneceğim.       Uyudum... Çok uyuduğuma inan! herkes çok uyuyor bu yaşa